Ezanı duyar duymaz koşarak geldiğimiz caminin bahçesinde oynamaktan vakit bulup yetişemezdik cemaate. Aslında yetişmek de istemezdik. Bizim için ezan sesi caminin bahçesinde oyuna davetti aslında. Namazın bitiminde kimileri camiye girmediğimiz, kimileri cemaate karışmadığımız, kimileri de oyun esnasında çok ses çıkardığımız için azarlardı bizi. Biz de zaten peşinen kabul etmiştik azarlanmayı oyuna başlarken. Ebelenmemek için kaçışlarımız ter olarak akardı sırtımızdan. Eve gidince bir de annemin azarı vardı yenecek. Ne var ki, anne azarı okşanmak gibiydi benim için. Babam caminin bahçesinde olmamı yeterli görür, cemaat için fazla ısrar etmezdi. “Zamanla cemaate de yetişirler” diyerek geçiştirirdi komşuların uyarılarını. Babamın bu tavizinden de cesaret alarak hesaba çekmesini umursamazdım annemin.

Koşarak gittiğim cami yolunun sağındaki aile mezarlığı hiç dikkatimi çekmezdi. Camilerin etrafının geleneksel olarak mezarlık olduğunu zanneder ve altında yatanların bir zamanlar üstünde gezdiğini hesap etmezdim. Çocuk olmak dünyanın en güzel şeyiydi. Ancak bundan habersiz, bir an önce büyümeyi arzu ettiğim de bir gerçekti. Her hatamın “Ne olacak, daha çocuktur” affıyla idare edildiğinin farkında olmadan, her hareketimin bir bedelinin olacağı günleri arzulardım hep. Her adım beni sadece oyuna yetiştirmiyor, aynı zamanda da büyütüyordu.

Bir gün yine caminin bahçesinde oyuna başlamıştım ki, babamın sesi duyuldu.

“Oğlum! Önce namazını kıl, sonra oynarsın!”

Bu cümle oldukça önemli sonuçları olabilecek bir cümleydi. Çünkü babamın bir sözü iki edildiğinde bedelinin ağır olduğunu daha önceleri tecrübe etmiştim. Aklım arkadaşlarımda kalmıştı ama şunun şurasında dört rekâtlık namaz, iki dakikada biterdi nasıl olsa diyerek evde aldığım abdestin uçarcasına koşarken bozulup bozulmadığını düşünmeden ilişiverdim kapının dibindeki duvara. Namazın sonunda vereceğimiz selamdan sonra oyuna hemen yetişebilmek için cemaatin içine veya son safa girmemiş, kapının dibini seçmiştim. Aklım dışarıda oynayan arkadaşlarımda, kulağım müezzinin sesinde, gözüm imamın hareketlerindeydi. Tekbir alıp namaza başladığımızda ben dışarıda saklanabileceğim yerlerin hesabını yapıyor, arkadaşlarımın beni bulamayacaklarını düşünerek kıs kıs gülüyordum. Bedenim camide, aklım oyunda idi. Babam için bu da yeterliydi zaten. Hem kim bilebilirdi ki namazda okumadığımı ve arkadaşlarıma yapacağım şakaların planını yaptığımı?

Artık kapının dibinde namazını kılıp hemen dışarı kaçma çağını biraz geçmiştim. Babamın gözünde büyümemiştim ama çocukça hareketler yapmanın komşulara karşı ayıp olduğunu da anlayabilecek bir yaştaydım. Yaradan’a karşı hesap vermem gerektiğinin bilincine ise henüz varmış değildim. Görmediğimiz varlığın bizi gördüğünün muhasebesi başlamamıştı henüz.

Sonra biraz daha büyüdük. Artık camide namaz kıldığım yer kapının dibi değil, en arka safın en uç noktası idi. Hem namazdan sonra yetişeceğim oyun arkadaşlarım da aynı safta yerlerini almıştı. Dışarıda oynayanlar bizim gözümüzde de çocuktu zaten. Ebeleme oyunları geride kalmış, misket oyunlarına geçmiştik. Secdeye gittiğimizde misket seslerinden kimin cebinde daha fazla misket olduğu anlaşılıyordu. Artık cemaatin bir neferi sayılıyorduk. Dua için de beklemek gerekiyordu ayrıca… Yoksa hocanın ve komşuların azarlayıcı bakışlarına maruz kalmak içten bile değildi.

Artık camideki yerimiz de belliydi. Giriş kapısı ile mihrabın arasında bir yer… Orta alanları seçmiyor, daha çok direk diplerinde, hutbenin yanında veya müezzin mahfilinin önünde duruyorduk. İmamın arkasında dedem, onun arkasında babam kıyama duruyordu. Babamın dedemin arkasında saf tutuşu, beni de onun arkasında saf tutmaya itiyordu. “Ben babamın arkasında namaz kılıyorum. Sen niye benim arkamda değilsin!” sitemine verilecek bir cevabım yoktu henüz.

Dedemin vefatı üzmüştü hepimizi. Daha çok da babam üzülmüştü babasını kaybettiğine. İmamın arkasındaki safta beliren boşluğu artık babam dolduruyordu. Sanki dedemin vasiyeti varmış gibi onun edasıyla namaza duruyordu babam. Bu değişiklik beni de bir saf öne taşımıştı.

Vefat eden sadece benim dedem değildi; dedemin kuşağı bir bir göç ediyordu ebedi âleme. Dedelerimizin yerlerini babalarımız dolduruyordu bir bir… Eskiden hiç dikkatimi çekmeyen aile mezarlığımızda bir tanıdığım vardı artık: Dedem… Oradan geçerken o çınar gibi adamı, dedemi düşünüyor ama mezarlığı geçince başka âlemlere dalıyordum. Unutmanın bir nimet olduğunu anlamayacak bir yaşta idim henüz. Bu, unutmak mı idi yoksa umursamamak mı, ayırt edemiyordum ama camide orta safta oluşumun beni adam sınıfına koyduğunu düşünüyordum.

Zaman acımasızca ilerliyordu. Artık namaz esnasında bahçede oynayan çocuklara kızmaya başlamıştım. Bari namaz anında ses çıkarmasalar veya biraz uzakta oynasalar diyordum. Kızmalarım henüz azarlamaya dönüşmemişti. Hocanın vaazını dinlerken bir taraftan da kapının dibine ilişen çocukları gözlemliyordum. Yaramazlar hemen kaçacaklarmış gibi duruyorlardı. Çocukluk işte diyordum. Namazın hazzını alsalardı böyle aceleci olmazlardı diye geçiriyordum içimden. Henüz hocanın sohbetine kilitlenmemiştim. Çünkü onu dinleyen babalarımız vardı ön saflarda. O zamanlar sadece dinliyormuş gibi yapmak yetiyordu bize. Hem kimse de “hoca ne söyledi?” diye bizi hesaba çekmiyordu. Artık biz kapıyı gözlemesek de, arka taraflarda mutlaka gözleyen birçok çocuk oluyordu.

Salâlar oldum olası acı gelmiştir bana. Ölüm haberi veren ilanlardı benim için salâlar. Müezzinin salâyı hangi makamda okuduğu değil, bitiminde kimin ölüm haberini vereceğiydi önemli olan. Salâ daha bitmeden meraklılar camdan kimin öldüğünü sorarlardı birbirlerine. Bazıları salâyı dinlemek için değil, cenaze haberini komşularına en önce kendisi vermek ve biraz da “benim her şeyden haberim var” havasını atmak için çıkardı cama. Daha müezzin salâyı bitirmeden “Hanife hala mı öldü?” cümlesi dolaşırdı pencereden pencereye.

Zaman hızla geçiyor ve salâlarda verilen ölüm haberlerinde artık arkadaşlarımızın babaları zikrediliyordu. Bu konuda benden öne geçen arkadaşlarım vardı. Bana sıra gelmez diye düşünürken babamın hastalanması ve yatağa bağımlı hale gelmesiyle ön safta bir kişilik daha yer açıldı. Önceleri başkalarının geçmesini beklerdim ama sanki herkesin yeri belliydi camide. Kimse bir başkasının yerine geçmez, geçmek istemezdi. Müezzinin kametinden sonra hoca tekbir almadan cemaate dönüp safları sıklaştıralım dediğinde, boş kalan yer için bakışların benim üzerime çevrildiğini hissetmeye başladım. O günden itibaren artık benim de bir ön safa geçmem mecburi olmuştu.

Aile mezarlığımızda daha fazla tanıdıklar vardı şimdi. Babam da önceden hazırlamıştı mezarını bizim “ne gereği var?” dememize aldırmadan. “İnsan sağken hiç kendi mezarını hazırlar mı?” düşüncesi içten içe kızmamıza sebep oluyordu babamıza. Neden gerek duymuştu buna? Sadece susmak düşüyordu bize.

İmamın ve komşuların bakışlarını beklemeden ön safa geçmiştim artık. Hem daha havalıydı ön saf. Adeta köyün akil insanlarının, ileri gelenlerinin safıydı orası. Öyle gelişigüzel geçilmezdi ön safa. Hele de baba hayattayken hiç geçilmezdi ama ben onu aşmıştım.

Yaş ilerleyince salâlarda arkadaşlarımızın da vefat haberlerini almaya başladık. İşte o zaman iyice değişti duygu dünyamız. Bir gün namaz esnasında aklıma düştü sınıf arkadaşımın kalp krizinden vefatı ve gözlerim buğulandı derin bir hüzünle. Başımı kaldırdığımda camdan gözüme ilişti sessiz ve sakin aile mezarlığımız. En ön safta idim artık… Arkamda yaşıtlarım, onların arkasında gençler, kapının dibine ilişmiş delikanlılar ve bahçede oynayan çocuklar… Önümde pencere ve karşımda aile mezarlığı… Yolun sonu görünmüştü.

KAMİL ÇAKIR

Bir cevap yazın