Namaz ve Rızık Arasındaki İmtihanım

1999 yılıydı… 28 Şubat’ın soğuk etkileri devam ediyor, piyasalarda uğursuz bir hava hakimdi. 26 yaşındaydım, yeni evlenmiştim ve eşim ilk çocuğumuza hamileydi. Bir firmada ithalat ve satış koordinatörü olarak çalışıyordum. İşe başlayalı henüz altı ay olmuştu ki firmanın mali durumu bozulduğundan dolayı işimden ayrılmak zorunda kaldım.

Maltepe’de oturuyordum ve evim kiraydı. Yaklaşık üç ay kadar işsiz kaldım. Yeni evli olduğum için bazı mobilyaların taksitleri ve kısmen de bazı borçlarım vardı. İşsiz geçen her günüm bana aymış gibi geliyordu. İşsizliğim maddi ve manevi yük getirmeye başlamış ve iyiden iyiye stres ve sıkıntılarım çoğalmıştı.

28 Şubat sonrası ekonomi berbat bir vaziyette olduğu için piyasada iş sıkıntısı had safhadaydı. Gazetelere bakıyor, ilanları inceliyor ve her gün ciddi manada mücadele veriyordum. Günlerce süren iş arama sürecinden sonra bir tekstil firmasın İhracat departmanında iş buldum.

Zorlu günler,

Taşkın Koçak

İşe başladığımın ikinci günü, firma sahipleri benim namaz kıldığımı görmüşler ve firma yöneticisinden bu konuda benimle konuşmamı istemişler. Bunun üzerine firma yöneticisi beni yanına çağırdı ve “Sen namaz kılıyormuşsun öyle mi?” dedi. “Evet n’olmuş?” dedim. “Bize namaz kıldığını söylememiştin” dedi. Ben de; “Buna gerek var mıydı ki?” dedim. Ciddi bir surat ifadesi ile “Tabi ki” dedi; “İşinize son veriyoruz, muhasebeye gidin, çıkış işlemlerinizi yapsınlar.”

Şaşkın bir vaziyette “tamam” dedim ve denileni yaptım. Genç ve hayat tecrübesi yeni olan bir insan için bu ayrılış epeyce moral bozucu olmuştu. Üstelik de bu işi uzun arayışların sonucunda bulmuştum. Eve boynu bükük ve üzgün vaziyete gittim. Durumu eşime anlatmakta epeyce zorlandım.

Yapacak bir şey yoktu, tekrar iş aramaya koyuldum. Gebze Çayırova’da otomotiv yan sanayi ürünleri üreten çok büyük bir firma, ihracat operasyonlarını yönetecek dış ticaret personeli arıyordu. Bu pozisyon için 60 kişi başvurmuş, ilk görüşmede ellisi elenmiş, on kişi de ikinci elemeye bırakılmıştı. O on kişinin içerisinde ben de vardım. İkinci görüşme yani mülakattan sonra ihracat operasyon bölümünde bizleri sırayla test ettiler ve sonuçta benim üzerimde karar kıldılar. Bana; “İki gün sonra gelin, sizinle genel müdürümüz ve fabrika müdürümüz görüşecek” dediler.

Sevinçle evime gittim. Eşim bu habere çok sevindi. İki gün sonra fabrikaya gittim. Beni toplantı odasına aldılar. Masanın başında genel müdür ve sağ tarafında ise fabrika müdürü oturuyordu. Ben de genel müdürün sol tarafına oturdum. Fabrika müdürü beni övgü ile genel müdüre anlatmaya başladı. Genel müdür bir yandan benim iş başvuru formumu inceliyor diğer taraftan da fabrika müdürünü dinliyordu. Sonunda sözü genel müdür aldı ve dedi ki; “Burada işe girmek zordur, çok şanslısınız.”

Bana bugünün parası 6000 tl maaş vereceklerini, ayrıca yılda iki ikramiye vereceklerini, yurt dışına çıktığımda maaşımın beş kat üzerinden verileceğini söyledi. Ben ise bir önceki firmada bunun yarısı kadar maaş alıyordum, üstelik Cumartesi de çalışıyordum, dolayısıyla alacağım maaşı duyunca bir anda şok olmuştum. Sevinçten uçtuğumu genel müdüre belli etmemeye çalıştım.

Soğuk rüzgârlar,

Genel müdür bana; “Sorman gereken bir şey var mı” diye sordu? Bir anda aklıma bir önceki firmada yaşadığım namaz ile ilgili mevzu geldi. “Var efendim” dedim. “Buyurunuz” dedi. “Efendim ben namaz kılıyorum” dedim. Adam bunu duyunca bir anda şok oldu. Odada birden bire soğuk rüzgârlar esti. Bu fırsatı kaçırmak istemiyordum, aileme karşı da sorumluluklarım vardı. Namazların sadece farzını kılmamın toplam beşer dakikamı alacağını, öğleyi de zaten öğle arasında mesai dışı bir saatte kılacağımı söyledim. Bu işten vazgeçmek istemiyordum.

Adamlar Nuh diyor peygamber demiyorlardı. Kesinlikle olmayacağını, cuma namazına gidenlerin bile ücretlerini kestiklerini söylüyordu. Eve gidince bütün namazların kazasını kılmamı tavsiye ettiler. Onlara bunun dinen mümkün olmadığını anlattım ama öyle bir dünyaları yoktu ki beni anlasınlar. “Neyse sen bir düşün, yarın cevabını bekliyoruz” dediler.

Yine üzgün bir vaziyette fabrikadan ayrıldıktan sonra gözyaşlarımı tutamadan yakındaki bir camiye ikindi namazını kılmaya gittim. Namazımı gözyaşları içinde hıçkırıklarla kıldım. Eve giderken dilimden bir cümle dökülüyordu: “Allah’ım imtihanına kurban.”

Eşim benden mutlu bir haber bekliyordu. Suratıma baktı üzgün ve rengimin kaçmış olduğunu gördü. Tüm olan biteni ona anlattım. O da üzülerek beni dinledi. “Peki, sen ne diyorsun bu işe hanım?” dedim. Allah eşimden bin kere razı olsun, o kadar sıkıntının içerisinde bana dedi ki: “Allah bize yeter.” Bunu duyunca duygulandım, tabi ki gözyaşlarımı tutamadım. Ona; “Rabbim seni cennetine koysun” diyerek mukabele ettim.
Ertesi gün adamları ben aramadım; seslerini duymak istemiyordum. İmtihanım bu ya onlar beni aradılar. Telefonun ucunda fabrika müdürü vardı: “Taşkın bey, kararınız nedir? Yeni evlisiniz, borçlarınız var. Biz sizinle çalışmak istiyoruz. Ekmek davası önemlidir. Çalışmak daha büyük ibadettir” dedi. “Yok, teşekkür ederim” dedim ve telefonu kapattım.

İplik fabrikasında,

Sonra yine başa dönmüş olduk. İş ilanlarından İkitelli’deki devasa iplik fabrikasında eleman ihtiyacı olduğunu öğrendim. Hemen başvuru için oraya gittim. Firmanın binlerce çalışanı vardı. İthalat şefi arıyorlardı. Bana form doldurttular, akabinde hemen fabrika müdürünün yanına götürdüler.

Fabrika müdürü önce deneyimlerimi sordu. Sonra beni dış ticaret operasyon bölümüne götürdü. Kısa bir denemenin ardından işe başlayabileceğimiz söyledi. Bu zamanın değeri ile 3500 tl maaş teklif etti. Teklifi kabul ettim ama yine de bir sorun yaşamayayım diye ismi Mehmet olan fabrika müdürüne şu her zamanki mevzumuzu açtım; namaz kıldığımı söyledim. “Olmaz” dedi. “Peki, ama niye olmaz?” dedim. Bir başı örtülü bayan çalışanın olduğunu, patronun onu dahi çalıştırmak istemediğini söyledi.

Yine yıkılmış ve gözlerim dolmuştu. Adam benim bu halimi görünce üzüldü; “canını sıkma” dedi. Bir müddet sonra sen nerelersin tarzı bir muhabbet gelişti. Sohbet giderek koyulaştı. Mehmet Bey şunları anlattı: “Annemi de babamı da görmedim. Her ikisi de ben doğduktan kısa süre sonra vefat etmişler. Devlet yetimhanesinde büyüdüm. Şuan kırk yaşındayım. Türkiye’de iki şeyden uzak durdum. Bunların birincisi din, ikincisi siyaset. İkisini de derin kuyu olarak gördüm, bu nedenle onlardan hep kaçtım.”

Ben ona dinden kaçmanın anlamsız olduğunu söyledim ve mevzuyu dine getirdim. Sohbetin iyice koyulaştığı bir anda; “Sana bir şey sorabilir miyim” dedi ve şöyle söyledi: “Benim iki çocuğum var. Halkalı’da yeni yapılan bir sitede oturuyorum. İş ile evin arası 7 km. Ben ne zaman arabama binip evime yola çıksam içime bir korku saplanıyor. Acaba kaza yapar mıyım? Acaba ölür müyüm? Çocuklarım yetim kalırlar mı? O zaman onlara kim onlara kim bakar diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bunun nedeni sizce nedir?”

Ona şöyle cevap verdim: “Aslında kendi sorunuzun cevabını az önce verdiniz. Bana dedizki ne annemi nede babamı gördüm. Anneniz babanız yoktu ama şu an devasa bir fabrikanın müdürsünüz. Siz nasıl oldunuz da bu duruma geldiniz. Çünkü Allah kulunun rızkına kefildir. Korkmayın evlatlarınızın da sahibi O’dur. Bakın Kur’an’ı Kerim’de şöyle bir ayet var: “Nice canlılar vardır ki, rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizin de onların da rızkını Allah verir. O, işitir ve bilir.” (Ankebut, 60) Size bir soru sormak istiyorum. Dünyadaki hayvan ve haşarat sayısı mı çoktur yoksa insan sayısı mı? Tabi ki hayvanlar ve haşarat daha çok. Tilkinin, ayının, kuşun veya böceğin yağ, un, makarna ve şeker fabrikası mı var? Hiçbir şeyleri yok. Toprağın altında ki solucanın ve daha nice böceklerin rızıklarını Allah veriyor.”

Sözlerimden etkilenen Mehmet Bey sekreterini aradı ve telefonları bağlamamasını ve içeriye de kimseyi alamamasını söyledi. Sonra bana döndü; “Bunlar Kur’an’da mı yazıyor?” Elbette Kur’an’da bu konuyla ilgili ayetler olduğunu söyledim ve Kur’an ayetleri üzerine konuşmaya devam ettik.

Tam iki saat geçmiş fabrikada mesai bitmişti. Bana bu akşam Kur’an-ı Kerim mealini nereden satın alabileceğini sordu. Ben de Güneşli’de bir caminin altındaki kitapçıdan alabileceğimizi söyledim. Fabrikadan onun arabası ile çıkıp kitapçıya gittik. Meali bir Kur’an-ı Kerim ile Peygamber Efendimiz sallellahü aleyhi ve sellem’in hayatını anlatan bir kitap aldık.

Sonra zorla beni yemeğe götürdü. Tabi ki yemekte de konuşmaya devem ediyorduk. Sonunda; “Sizi evinize bırakmak istiyorum” dedi. “Yok, teşekkürler size zahmet vermeyeyim” dedim. Ayrılırken bana; “Seni işe aldırmak için elimden geleni yapacağım” dedi. Yarın haberleşmek üzere sarılarak ayrıldık. Onun bu yakın tavırlarından iş konusunda biraz ümitlenmiştim.

Ertesi gün beni öğleden sonra aradı. “Taşkın kardeşim patron bugün gelmedi ama yarın burada kendisi ile görüşeceğim” dedi. Sonra dün gece geç saatlere kadar Kur’an-ı Kerim meali okuduğunu ve nasıl da etkilendiğini uzun uzun anlattı. Ben bu durumdan çok mutlu olmuş ve kendisine dua ediyordum.

Ertesi gün tekrar aradı. Üzgün bir sesle firma sahibinin beni işe kabul etmediğini söyledi. Kendisi çok ısrar etmiş ama ona “İstersen onu senin yerine işe alalım” demiş ve çıkışmış. Bu durumda bunun bir imtihan olduğunu söyleyerek onu teselli etmek bana düştü. Aslında benim de teselliye çok ihtiyacım vardı.

İşte o imtihanlara Rabbimin izini ile sabır ettim. İşsiz geçen günlerin zorluklarına katlandım. Daha sonra Mevla başka başka kapılar açtı. Bana kendi işimi nasip eyledi. Hamdolsun kimselere muhtaç etmedi.

O günden sonra tam yirmi yıl geçti ama bu yaşadıklarımı hiçbir zaman unutamıyorum. Bugün Allah’a sonsuz kereler hamdolsun ki kendi fabrikamın başında onlarca işçi çalıştırıyorum. Şu anda şirketimiz 55 ülkeye ihracat yapıyor. Bunu övünmek için söylemiyorum. Belki de o gün namaz için verdiğimiz bu mücadelenin hatırına Mevla bu imkânları bize bahşetti. Rabbim bizi her zaman emanetçi olduğumuzun şuurundan ve de namazdan ayırmasın.

Taşkın Koçak

Bir cevap yazın